Sevim Erdoğan
Ece Gamze Atıcı’nın beşinci kitabı ‘Keşke Leyla’, Doğan Yayınları tarafından yayımlandı. Atıcı, ‘Aile Geleneği’nden sonra yazdığı romanında kaybolmamak için hayal dünyasına sığınan, ölmekten çok hayatta kalmaktan korkan, yaşamı anlamaya çalışan küçük bir çocuğun duygularına tercüman oluyor.
Atıcı ile ‘Keşke Leyla’yı konuştuk.
Öncelikle kitabın yazım sürecinden bahsedebilir misiniz? Yazımı ile yayımlanması arasında uzun bir zaman olduğunu biliyorum. Bu durum kitabın akışını nasıl etkiledi?
Aslında bir önceki roman ‘Aile Geleneği’ ile ‘Keşke Leyla’yı peş peşe yazmıştım. 2019’da ilk hali tamamlanmıştı ‘Keşke Leyla’nın. ‘Aile Geleneği ise artık demlenmiş, temizlenmiş, son halindeydi. ‘Aile Geleneği’ndeki seslerden sonra daha naif, hayatı başka yerinden tutan bir anlatıcıya ihtiyacım vardı. ‘Keşke Leyla’daki çocuk imdadıma yetişti. Hangisi önce yayımlansın diye konuşuldu o sıra, önce ‘Aile Geleneği’ yayımlandı. Hemen sonra da pandemi başladı. Dünya değişti, ben değiştim. ‘Keşke Leyla’nın sadeleşmeye ihtiyacı vardı. Kolay olduğunu söylemem doğru olmaz. Ama zor oldu da diyemem. Çünkü çocuğun sesi de derdi de çok baskın ve netti. Aslında benim çocuğu yeniden yakalamam gerekti. Ve çok iyi editörlerle çalıştım. Doğru yönlendirmeler aldım. Gerisi geldi.
“Ölmekten çok hayatta kalmaktan korkan, yaşamı anlamaya çalışan, hassas bir çocuk” karakterini yazarken sizi bir yazar olarak besleyen gerçek hayatta biri var mıydı?
Vardı, evet. En yakın arkadaşlarımdan birinin sesi. Biraz da benim çocukluk sesim. Hatta ikimizin de ilkokuldaki en yakın arkadaşının ismi Uğur olduğu için kitaptaki çocuğun en yakın arkadaşının ismi konusunda tereddüt etmedim. Zaten yakından tanıdığım, çoğu duygusunu ve fikrini bildiğim birinin bilmediğim çocukluğuna gittim bir nevi. Olup bitenler tamamen kurmaca tabii. Sadece ses tanıdık. O sesi alıp hayali bir ortamda, çok istediğini sandığı ama aslında hiç istemeyeceği bir durumun içine attım. Tuhaf bir şekilde kitap tam da bu arkadaşımın doğum gününde çıktı. Planlanmış bir şey değildi. Hayatın insanı hafifleten tesadüflerinden biri. Bu kitabı yazmaktaki ilk motivasyonum da onu ağlatmaktı aslında. Uzun zamandır ağlayamadığını ve ağlamak istediğini söylemişti. Ben de onu ağlatacak bir hikaye buldum.
‘BAŞIMIZA GELEN FELAKETLERİN NEREDE BAŞLADIĞININ İZİNİ SÜRÜYORUM’
Kitabın başrolünde küçük bir çocuk olsa da aslında bir aile eleştirisi de var. Daha önceki kitabınızın adı da ‘Aile Geleneği’. Aileyi masaya yatırmayı çok mu seviyorsunuz?
Başımıza gelen felaketlerin nerede, nasıl başladığının izini sürüyorum diyelim. Çocukluk her şeyin özeti.
Yazmaya başlamadan önce karakterlerinizi tanıyor musunuz yoksa yazarken, yolda mı tanışıyorsunuz? Karakterleriniz sizi şaşırtmayı başarıyor mu? Ya da şöyle sorayım: ‘Keşke Leyla’daki çocuk sizi şaşırtmayı başardı mı?
Yazmaya başladığımda çoğunlukla yeni tanışmış oluyorum karakterle. Önce bir ses olarak var oluyor. Derdini, ne yapmak istediğini, amacını anlamaya çalışıyorum. Böylece o da bana o karakterin hikayesini veriyor. Elbette beni şaşırtıyor karakterler. Ben onları bir yere götürmeye çalışırken beni, düşündüğümden daha iyi bir yerlere götürürler çoğu zaman. Karakteri iyi anlamışsanız olur bu. Galiba en zevk aldığım kısım da burası. ‘Keşke Leyla’daki çocuğun yetişkin sesi, yani son bölümde duyduğumuz ses beni şaşırtmıştı. Beklediğimden daha iyi bir sesti. Hayatı bütünüyle kavrama ve onunla baş etme becerisi hayli gelişmiş bir genç yetişkinin sesi. İlham verici olduğunu düşünüyorum. Hayat karşısında acemi, korku ve acı dolu o küçük çocuğun çok tatlı birine dönüşmüş olması umut verdi bana da.
‘KİTAPTA KAYIP DUYGUSU VAR’
Kitapta anlatılanlar sizin kişisel deneyimlerinizden veya gözlemlerinizden esinleniyor mu? Karakterlerle aranızda nasıl bir bağ var?
Kitapta küçük bir çocuğun yaşadığı yokluk hissi, o yokluk duygusuyla mücadele ve umut var. Onun bakış açısı ve mücadelesi bana da umut verdi. Bir de bu kitaptaki gibi masum anlatıcıların sesi benim içimde de hiç kısılmıyor. Bir yerde iç sesime ekleniyor. Arada özlüyorum. ‘Adem Aynası’ndaki Baki de öyledir mesela benim için. Arada sesini duyarım, bakış açısını hatırlar sevinirim. Çünkü yetişkin olduğumuzda biz de aslında hayatın en başında sahip olduğumuz o muazzam sesi yavaş yavaş kaybediyoruz. O masum sesleri hatırladığımda hayatın ve varoluşun basitliğini yeniden hissedip hafifliyorum. Kitapta kayıp duygusu var. Kayıp hissi evrensel ve zamansız. Hepimiz için kaçınılmaz olan, benim de bildiğim bir his dolaysıyla. Karakterlere dönecek olursak… Aklımın ve kalbimin bir köşesinde benimle kalan karakterler genelde en çocuksu, dünyadan nasibini almamış olanlar.
Ana karakterin hayal dünyasına sığınması ve bu dünyanın detayları, gerçek hayatta yaşananlardan nasıl etkilendi? Gerçeklik ile hayal dünyası arasındaki bu geçişi yazmak nasıl bir deneyim oldu sizin için?
Ben de hayatı daha yaşanılır kılmak için hayal dünyasına sığınan biriyim, meslek icabı… İşin doğası bu yani. Bir yanıyla da çok çocuksu buluyorum bunu. Hayal kurmayı meslek edinmeyi yani. Bu işlerle meşgul insanları da içten içe çocuksu bulurum. Bana göre eylemin kendisi fantastik. Hayatın sertliğine karşı üst düzey bir savunma. Sanat ne işe yarar sorunusun cevabı gibi. İyileştirir. ‘Keşke Leyla’daki çocuk da o naif ve kendi derdine çare arayan sesiyle beni iyileştirdi.
‘ÇOCUK ANLATICI, BAKIŞ AÇISIYLA ÖYLE ZENGİNLEŞTİRİCİ Kİ’
‘Keşke Leyla’, sizin beşinci kitabınız. Önceki eserlerinizle kıyasladığınızda bu kitabı yazarlık kariyerinizde farklı bir noktada görüyor musunuz?
Bir yetişkin kitabında çocuk anlatıcı kullanmanın teknik olarak zor olduğunu söylemişti editörüm. Yazarken farkına varmadım. Son bölümde anlatıcı çocuk büyüyüp yetişkin sesine kavuştuğunda, kast ettiği şeyin ne olduğunu idrak ettim. Daha az malzemeyle daha fazla şey anlatmaya çalışıyormuşsunuz. Yazarlık becerinizi teknik açıdan tartan bir tarafı var yani. Fakat çocuk anlatıcı, bakış açısıyla öyle zenginleştirici ki… Yazarken bunu bir kısıtlama olduğunu hissetmedim. Bilakis önüme başka bir dünyanın kapıları açılmış oldu. Umarım okurlar da benim aldığım zevki alır.
Kitapta geçen, “Büyük olmak da en az çocuk olmak kadar zor” ifadesi oldukça dikkat çekici. Yetişkinler için yazılmış bir çocuk kitabı olarak ‘Keşke Leyla’nın bu mesajı nasıl taşıdığını düşünüyorsunuz?
Biz çoğunlukla başı pek okşanmadan, sırtı sıvazlanmadan büyümüş insanlardan oluşan bir toplumuz. Sevmek/sevilmek, takdir etmek/edilmek, övmek/övülmek, onaylamak/onaylanmak gibi konularda da becerilerimiz sınırlı. Haliyle de hoyratız. Hem kendimize hem birbirimize. Hemen hemen hepimizin çocukluğundan kalma ve bir türlü tahsil edilemeyen duygusal ihtiyaçları var. O kırık dökük çocukları çoğumuz ömür boyu içimizde taşıyoruz. Çocuksu da bir toplumuz bu yanıyla. Hem saflığı hem hoyratlığı kapsıyor bu çocuksuluk. Ben onu iyileştirmenin peşindeyim. Hem kendim hem de benzer yaraları taşıyan, onları iyileştirmek isteyen herkes için… ‘Keşke Leyla’daki çocuk hem o yokluğun hem de iyileşmenin sesi. Yetişkin halimizin de en az çocuk halimiz kadar şefkate ihtiyacı var.
Sizce yazarlık lütuf mu, lanet mi?
Masa başında lütuf ama hayat içinde lanet. Yazarlığın hayattan kaçan, saklanan bir yerden türediğini düşünüyorum. Hayattan kaçarken yani hayal aleminde çok işinize yarayan özellikler hayatı yaşarken işinizi aynı oranda kolaylaştırmıyor. Hatta zorlaştırdığını söylemekte bir beis görmüyorum. Açık sözlü, alaycı, gözlemci olmak, kimi zaman olayların bir adım sonrasını görmek dostlarınız tarafından sevilmenizi sağlar belki. Madalyonun diğer yüzüne gelecek olursak, aynı özelliklerin dünyayla kurduğunuz ilişkiyi yıprattığını söyleyebilirim. Yorucu.